20 Ocak 2013 Pazar

Insanoglu


Galiba Nil yazmis bu guzel yaziyi yine
İnsanoğlu

İnsanoğlu, şu dünyada koşa oynaya avlanıp, ateş yakıp ısınıp, dere görüp susuzluğunu giderirken her şey yolundaymış.
Karnı da doyuyormuş, üşüyünce de ısınıyormuş, sosyalmiş de, hareketliymiş de. Sonra ‘buğday’ı keşfetmişler.

Ah! O buğday yok mu, buğdayın o küçük tohumları yok mu! Onu öğütüp yemeye, tohumunu toplamaya, ama en fenası da ‘ekmeye’ başlamışlar. Ekince, tarım başlamış.

Tarım başlayınca da, yerleşik hayat. Yerleşik hayat başlayınca, ‘burası benim’cilik, sonra sınırlar...

Sınırlarla çevrili bir yerde yiyecek içecek, sığınak, yemek, yani kaynaklar olunca da...

Savaş. Savaşın doğduğu anı gördüm. Savaş, başkasında olanı en kaba üslupla almak için doğdu. 
Bir yer üstünde, kendi ekip biçti, toprağına emek verdi diye ‘sahiplik’ iddia edenler, orayı sınırlarla çevirenler, ‘hedef’ oldu.

İlk ‘biz ve diğerleri’nin doğumunu gördüm. Tam da orada doğdu, o topraklarda. O güzel tarlalarda...

İnsan, dünya misafiri olduğunu unutalı çok olmuş yani.

Sahiplik ne kaygan bir kavram aslında. Her şeyimizi, payelerimizi, omuzlarımızdaki apoletleri, gururu, kıskançlığı, korkuyu üstüne yığıp, koca bir imparator olarak başa çıkardığımız ‘sahiplik hissi’ sadece bir göz yanılması. 
Bu dünyada bir şeye sahip olduğunu düşünmek, bir misafirliğe gittiğimizde, üstüne oturduğumuz kanepenin ‘bizim’ olduğunu iddia etmeye benziyor.

Hatta ona bile benzemiyor, çünkü o kanepe, onlardan çok sonra, başkalarını aynı şekilde bir güzel ağırlayacak, kandıracak.

Hayatta karşımıza çıkanları, eşya ya da insan, önümüzdeki bir yürüyen bandın üstünden geçenler olarak görsek rahat ederiz. Anı yaşamak diye bas bas bağırılan şeye yakınlaşmış oluruz.

Önümüzden geçip giden şu güzel şeye, kanepeye ya da ‘sana’, o an karşılaşılan ve tadına varılması için az vakit olan şeyler olarak baksak, hayatı görmüş oluruz.

Hatta, hayata göz kırpmış oluruz.

Ellerimiz, kollarımız boş olursa, kucaklayabiliriz.

Rüzgar geçebilir içimizden. Ayaklarımız serbest olur, toprağa basarız. Bir şeyleri taşıyayım, götüreyim, benim kılayım diye, olduğumuz yerde mıh gibi çakılmayız.

Hareketten korkmayız.

Kutulara, sınırlara kapanmayız. 
Sahip oldukların olmadan da, ellerin boşken de, harikulade birisin. Aklının gerçek olanı hep ayıklayarak koruduğun berraklığı, nereden çıkageldiği belirsiz o gülümsemen seni eşsiz kılıyor.

Seni başkalarıyla karşılaştırılamaz yapıyor.

Gücünün bir kalp gibi attığı yeri görüyorum.

Kendini yanına bir şeyi almadan inşa etmişsin. Bir şeye dayanmıyorsun.

Kendi başına, bir ağaç gibi dimdiksin.

Bir şeyin üstünde durmuyorsun.

Seni taşımıyorlar. Gittiğin yere seninle gidilebiliyor. Kendinden başka bir şeye ihtiyacın olmadığını görüyorum. Bunu nasıl başardın?

Hiçbir eşyayı ya da insanı kullanmadan kendini nasıl bunca süsledin?

Önünde eğiliyorum senin. Herkes senin gibi olsaydı savaş olmazdı. Sen, savaş öncesi çağlara ait, o vahşi insanlardansın.

Sen karşılaştığına selam ettiği gibi veda da eden, büyük ruhlardansın.

Keşke hepimiz senin gibi olabilsek. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder