Gurbet insana koyar derlerdi anlamazdım.
“Aman canım abartıyorlar, farklı bir ülke, farklı kültürler, değişik insanlar, insan memleketini neden bu kadar çok özler, senede bir kere gördükten sonra?” derdim.
Gurbette olmanın canınızı acıtması bir tür hastalık gibiymiş.
Sizi vurması kiminde anında, kiminde zaman alıyormuş.
Ben dayanıklı çıkmıştım.
Bir yıllık Londra maceramda ilk iki ayı geçirdikten sonra Türkiye’yi özlediğimi söyleyemem. Yemeklerini bile özlememiştim o kadar.
Sonra Abu Dabi’ye taşındım. İki buçuk yıl harika geçti. Üstelik her şey yeniydi hayatımda.
Yeni bir ev, şehir, iş, ülke, eş ve arkadaşlar ile dolu dolu geçen bir iki buçuk seneydi.
Üçüncü seneme yaklaşırken yavaş yavaş İstanbul burnumda tütmeye başladı.
Hele o güzelim mutfağımızı düşünürken ağzımın suları akıyordu.
Gün içinde sık sık kendimi döner, lahmacun, mantı, dolma hayal ederken yakalıyordum.
Hamileliğimle alakası var mı bilmem ama gelin ben karnımdaki masum ufaklığı bahane edeyim, siz beni o kadar pisboğaz bilmeyin.
Kısacası ülke özlemim tam doruklara çıkmışken geçen hafta döndüğüm Türkiye kaçamağım çok iyi geldi.
Döner, kebap, lahmacun.
Bebek Marmaris büfenin cheeseburger’i, Abbas’ın waffle’ı.
Ortaköy’ün kumpir ve gözlemesi, ah hamile olmasaydım kumrusu ve kokoreci.
İnci’nin profeterol’u, Pelit’in ekpa’sı, beyaz leblebi, cevizli sucuk, baklava.
Su halindeki balıkçı, simit, açma, poğaça, börek.
Annemin dolmaları ve diğer tüm ev yemekleri başta zeytinyağlıları.
Boğazın eşsiz manzarası,
Bodrum’un soğuk güzelim denizi,
Arkadaşlarım, akrabalarım, ailem hepsini görmek ve yemek için günleri iple çektim.
Sayılı gün çabuk geçti, hiç birine doyamadan gözüm arkada döndüm.
Sadece özlediklerim bunlar değildi. İlk gün kuaförüme gittim, benden tekrar bir kadın yarattı.
Bu memlekette bir Hintlilerden bir de kuaförlerden çektiğim kadar hiç bir şeyden çekmedim.
Aynı gün cilt bakımı yaptırdım becerikli, işini bilen ellerden, cildim biraz nefes aldı.
Randevularımı Abu Dabi’ den iki hafta öncesinden alıyorum. Artık alıştılar.
Uçaktan inip onlara koşuyorum. Şöyle konuşmalar geçiyor aramızda.
Tatile mi geliyorsunuz, iyi iyi, ne kadar kalacaksınız?
Biraz azmış ama biz sizi adam ederiz merak etmeyin.
Ertesi gün, tezatların ülkesi B,A.E, hâla sinemalarda öpüşme sahnelerini bile kestiğinden, dolayısıyla geriye çok fazla bir sahnesi kalmayacağından gösterime girmeyen ancak dört gözle beklenen Sex and the City’ye gidildi.
Her kuruşuna, her anına değen harika bir filmdi, kızlarımdan (Carrie,Samantha,Charlotte ve Miranda) tam beklediğim gibiydi.
Gecenin tek pürüzü Nilgün’ün frigo kalmadığından yiyemeden dönmesi oldu.
İstanbul’da yeni açılan ve gazetelerden takip edilip ‘ah keşke orda olsaydım’ dediğim mekânlar teftişten geçirilmeye çalışıldı.
Sonra Bodrum’a geçildi, ailem ziyaret edildi.
Deniz biraz soğuktu, yinede çok iyi geldi.
Annemin yemekleri beni çok mutlu etti.
Karnımdaki fasulye (Şebnem’in çocuğuma taktığı isim) sayesinde gördüğüm müthiş ilgi alâkayla bir güzel şımartıldım.
Türkçe kitapları seçerken zorlandım, aklım alamadıklarımda kaldı hangi birini okuyacağımı şaşırdım.
Lalin hızır gibi yetişti, çok güzel kitaplar tavsiye etti.
Görmezsem gözlerimin açık gideceği Mardin’e yine zaman yetmedi, birçok sevdiğim insanı görme şansım olmadı, gördüklerime doyamadan zaman geldi geçti.
Önemli Not: Camilla’nın 4 Temmuz, İtalya’daki, Zeki’nin 5 Temmuz, Kıbrıs’da ki düğünlerinde yanlarında olamayacağım için çok ama çok üzgünüm. Her ikisine de mutluluklar diliyorum.
Camilla; In questo giorno di festa ho una sola cosa da augurarvi: che la felicità che oggi vi illumina il viso duri e si rinforzi nel tempo.
Con tanto affetto, Nilgün
Haftanın kitabı: Beyoğlu Rapsodisi
Haftanın şarkıları: If you want me ve Faling Slowly (Once filminden)
Haftanın filmi: Once |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder