Kararı başkası
mı versin?
Karar vermek, sevimsiz bir şey. İnsan da, tuhaf mahluk. “Kararı
ben vereyim, özgür olayım” diye tepinir. “E, hadi sen ver” denildiğinde,
“Sence?” der.
Ben hep derim. Sence derim,
sizce derim, ötekice derim. Sencede konuşulan dillerde, kendim için
iyi olan cevabı bulmaya çabalarım.
Fakat hiçbir ‘sen’, beni bilemez.
Benim
geçmişimi hiç yaşamamış, gideceğim yere dair karnında hiçbir his taşımayan
biri, yönümü nasıl tayin edebilir?
Bu basit soru sorulmaz işte.
Yeter ki, kararın o birkaç gramlık ağırlığı ruhumuza çullanmasın!
O ağırlık ki, gün gelip biyopsisi yapıldığında iyi huylu çıkıp, doğru
karar; kötü huylu çıkıp, yanlış karar olabilir.
Kararı veren biz olduğumuzda, bu ikinci ihtimalde,
kendimizle baş başa kalakalırız.
Bu çekilmez bir çuvaldız batırma işlemiyle
son bulacağından, iyisi mi kararı başkasına bırakalım deriz.
Nitekim dünyada, başkasını suçlamak kadar rahat
bir pozisyon yoktur.
Böyle sırt üstü kendini suya bırakmak kadar rahatlatır.
Hatta uykuya bile geçirir.
Hafif acılı rüyalarla bezeli bir uykudan
bahsediyorum tabii ki, zira tatlı rüyaları sadece kendi kararlarıyla
yol alanlar görür.
Okçulukta, oku atma anını sana ‘klik!’ sesini çıkararak
söyleyen bir mekanizma var.
Okun üzerine takılı bu minnacık metal parçasını,
okun üzerine yerleştirip, oku öyle geriyorsunuz.
Ok gerilmenin son noktasında,
‘clicker’dan kurtulduğunda o sesi çıkarıyor ve işte o an bırakıyorsunuz oku!
Eğer ‘clicker’ı dinlerseniz,
oku hedefe atma ihtimaliniz çok yükseliyor. Yok dinlemezseniz, ‘clicker’sız
atarsanız, valla siz bilirsiniz!
O milisaniyeler içinde, bir metal parçasından
daha soğuk bir kararlılık içinde olmanız gerekir.
Ok hocasına sormadım ama
bence bu ‘clicker’ın icat edilme sebebi, Peyami Safa’nın tabiriyle, her
birimizin ‘bir tereddütün romanı’ olmamamızdan kaynaklanıyor.
Oku
kaldırdığın andan itibaren, onlarca metre uzaklıktaki bir hedefi vurmak için az
vaktin var.
Kol yorulacak, odağın kayacak, konsantrasyonun hızla dağılacak. Bu hızı insandan
alamamışlar ki, ‘clicker’ koymuşlar!
Ben bu küçük metal parçasıyla ilk karşılaşmamda, “Ah! Metin Hoca”
dedim, “Hayatta da şu ‘clicker’dan olsa ya!”
Sizi bilmem ama bana çok lazım. Kararları
erteleme sanatının, tüm detaylarına hakimim.
Sessiz kalır, yarına bırakır,
fikir alma turnesine çıkar bir daha dönmem.
Soru işaretleri bile benden
bayar, daha fazla havada duramaz, noktalarının üzerine düşerler.
Nice
noktaların, önümde böyle göçük altında kalıp yok olmuşluğu vardır.
Hayatta eğer
bir ‘klik!’ sesi duyulsaydı, o hooo, neler oldurdu kim bilir. Okumu atmadan
indirdiğim nice yaylarla, kim bilir hangi hedefleri boş verdim.
Peki nedir, başkalarına
ve basit bir ‘klik’ sesine bu müptelalık? Nedir içimizde, frenlere asılan o ödü
kopmuş
mahluk?
Yanlış kararları, hedefe gitmemiş okları da, birer yön levhası gibi görüp, yolculuğun
parçası saymayı bu kadar mı bilmiyoruz?
Yanlış kararların ardından,
kendimizi tekrar sevmekte bu kadar mı zorlanacağız?
Peki ya başkaları? Onların
adımıza verdiği kararlar hep mi doğru?
Onlar yanlış çıktığında, yanlış kararı veren başkası olduğunda, sanıyor musunuz ki, onun canı bizimki gibi yanıyor?
O kendi
yolunda gidiyor, bizim tekerlek saplanıyor. Biz geri vitese takıp, o yoldan
çıkmaya çabalıyoruz. Ve bazen bu haldeyken bile, başkasını arayıp “Nasıl
çıkacağım buradan?” diyoruz.
Yok yok, iflah olmayız biz. Yine de son sözüm
iyi olsun:
Buradan, ‘clicker’ını içinde yeşertmişlere selam olsun!
Treefight for Sunlight (Güneş
ışığı
için ağaç savaşı). Hayatımda bu kadar iyi çalan, besteleri bu kadar güzel olan az
grup gördüm.
Çıkışta “Kim bunlar Allah aşkına” diye sorunca, “Yeni çıkan bir grup” dediler. Umarım güneş
ışığı
için savaşlarında yükselirler.
BBC’nin “How to Grow a Planet?” (Bir Gezegen Nasıl
Büyütülür?) belgeselini izlerken, aklıma bu grubun güzel ismi geldi. Bir yerlerden
edinin ve izleyin ne olur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder